Etiketler
ABD, Amerika, Antalya, Antalya'nın İşgali, Aırhlı Gemiler, Bolşevik, Destek Gemileri, Fransa, Fransız, I. Dünya Savaşı, Karadeniz, Kurtuluş Savaşı, Osmanlı, Refakat Gemileri, Rus, Rusya, Samsun'un Bombalanması, Sav, Savaş, Sinopası, SSCB, Türk, Türkiye, Trabzon'un Bombalanmaş Gemileri, Yunan, Yunanistan, Yunanlı, İngiliz, İngiltere, İstanbul, İstanbul'un İşgali, İstiklal Savaşı, İzmir, İzmir'in İşgali
ABD’nin 28. Başkanı Thomas Woodrow Wilson, İngiltere Başbakanı David Lloyd George ve Fransa Başbakanı Georges Benjamin Clemenceau 1919 yılı Mayıs ayının başlarında Fransa’nın başkenti Paris’te buluşurlar. Hep birlikte kafayı çekmektedirler. Sofranın en önemli mezesiyse Türklerdir.
OSMANLI ÜLEŞİLİYOR
Thomas, “İstanbul, Boğaz’ıyla birlikte ABD’ye devredilmeli ve kukla padişah İstanbul’da ikamet ettirilerek, oradan, Anadolu’daki bir bölgede manda devlet kurma hakkı verilecek Türkleri yönetmeli” şeklindeki planını açıklar. Georges dünden razıdır, çünkü Fransa’nın hedefi Suriye’dir ve bir başka ülkenin de aynı bölgeyi istemesinden korkmaktadır. ABD İstanbul’u talep ediyorsa Fransa için tehlike kalmamış demektir.
İTALYA FECİ BİR TEKME YİYOR
Ekarte edilmesi gerekenlerden biri de İtalya’dır. Akdeniz ve Ege adalarına yakın olan bölgelerde onların da gözü vardır. Hatta dört yıl önce 26 Nisan 1915 tarihli Londra Paktı’nda; Fransa, İngiltere ve Rusya “Trablusgarp’ta Osmanlıya ait olan tüm hakları, Ege’deki 12 adayı, Batı Anadolu’daki bazı bölgeleri” onlara vaat etmiştir. İngiltere ve Fransa’yla Osmanlının paylaşılması için iki yıl önce yaptıkları 19 Nisan 1917* tarihli “St. Jean de Maurienne” anlaşmasında** ise; “Konya, Antalya, Aydın ve İzmir” İtalyanlara verilen paydır.
Rusya Bolşevik isyanı nedeniyle kendi derdine daldığından bu anlaşmayı onaylayamaz ve onun onaylayamaması da İtalyanların devre dışı bırakılmasının bahanesini oluşturur. Bahane “Ama Rusya’nın da imzalaması gerekiyordu. İmzalamadılar!” şeklindedir. Bu bahane bana yıllar önce tanıdığım bir şirketin iki ortağı Hüseyin ve Hikmet’in personelle yaptıkları anlaşmalardan, ödeme anı gelip çatınca “Ama ortağıma haber vermemiştim” bahanesiyle kaytarmalarını hatırlattı. Taktik de ahde vefasızlık da aynı… İşgal gibi hazin bir olayı anlatmaktayken, ister istemez güldüm.
EKARTE PLANI
Ekarte planını da Lloyd sunar. Yunanistan, Anadolu’yu işgal etmeli, bunun için de İzmir’e çıkmalıdır. Hemen oracıkta, içki masasından kalkmadan, Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’a telefon edilir. Üçlünün kararı, Thomas tarafından, Elefterios’a bildirilir.
İtalyanlar, ortaklarının oyununu önceden anlamış ve anlar anlamaz da Antalya’yı fiilen işgal etmiştir. Aylardan Mart 1919… “Oniki Ada bölgesinden Kuşadası körfezi’ne oradan da Antalya ve ötesine kadar olan Anadolu kıyıları bana aittir” diye açıklanabilecek bir bildiri yayınlarlar. Yunanlılar da hemen dişlerini gösterir ve özellikle İzmir konusunda karşılıklı gövde gösterisi yapılır. Artık güç Yunanistan’dadır.
Bazıları merak etmiş olabilir, “Bu adam, o tarihî şahsiyetlere neden ön adlarıyla hitap ediyor?” diye… Bu şeref yoksunu alçaklara başka adlarla hitap etmiyorsam gerçek bir Müslüman’la gerçek bir Türk’ün bağlı kalması gereken terbiyedendir. Yoksa…
AKLINI ENOSİSLE SAKATLAMIŞ BİR MİLLET
Gerisini biliyorsunuz. Gerçek tarihin anlattığına göre hiçbir zaman Anadolu’nun sahibi olmamış “Enosis Manyağı” Yunanlılar, kendi dillerinden olduğunu iddia ettikleri ama aslında Hititçe olan Tismurna’yı yani güzelim İzmir’i; Symrna diye diye kan, ateş ve soykırımla kirletirler. Yalnız İzmir’i mi? Batı Anadolu; onların ahlaksızlıkları, zulümleri ve soykırım tutkularıyla inledi. Buna rağmen hiç utanmadan, her yıl, “Türkler bize Batı Anadolu’da soykırım yaptı” diye böğürüyorlar.
İnanamayanlara önerim: Yunanistan Cumhuriyeti’nin 21 Eylül 2001 tarihli resmî gazetesinin birinci cilt 207. sayısını bulun. Oradaki, 304. cumhurbaşkanlığı kararnamesini ve “14 Eylül Anısı Etkinlikleri Organizasyonu” başlığıyla yayınlanmış 2645/1998 sayılı “14 Eylül’ün Küçükasya Elenleri’nin Türk Devleti Tarafından Soykırıma Uğratılmalarının Millî Anı Günü Olarak Belirlenmesi Hakkındaki Kanun“u okuyun. Okuyun da “yalanda, iftirada, haksızlıkta, alçaklıkta, soykırımda” kimlerle aşık atılamayacağını anlayın.
SARAYA BAKAN TARETLER
Thomas İstanbul’u istemişti ya, 13 Kasım sabahı denize bakan İstanbullular şaşırdılar. Görünümleri insanı korkutan çok sayıda gemi, denizde geçecek yer bırakmamıştı. İstanbul işgal edilmişti.
İşgalci gemilerin sayısı 15 Kasım günü gelen takviyelerle arttı. İki gün içinde 61’den 167’ye yükselmişti. ABD, Fransız, İngiliz, İtalyan, Yunan savaş gemilerinin taret namluları, artık saraya dönüktür. Saray keyifsiz, halk da umutsuzdur ama bir kişi hiçbir umutsuzluk belirtisi göstermez. O kişi, görevden döndüğü Haydarpaşa’dan onu alıp karşı yakaya götüren Enterprise adlı romörkör işgal gemileri arasından geçerken, şu tarihi sözleri söyler: “Geldikleri gibi giderler!”. Anladınız tabii, Atatürk’tür o, Türk’ün, Türkiye’nin vatan kuran atası…
Sözde gizliden gizliye yedikleri bu halt, ABD’nin Osmanlı ve Türkler aleyhindeki kim bilir kaçıncı suçuydu. Aslında Türk vatanıyla ilgili hesapları vardı ve misyonerlik, ABD okulları, ticarî öncelikler gibi kaybetmek istemediği bazı çıkarları olmasa savaş da ilan ederlerdi. “Çanakkale Savaşları” sırasında da Osmanlının karşısında yer alıp “İtilaf Kuvvetleri”ne yardım etmişlerdi. Nedense bunu hiç kimse dile getirmez. Dile gelmeyen başka şeyler de var.
ŞU SORUYU SORMAK HAK DEĞİL Mİ
Bir şey daha var, hem de çok önemli bir şey:
Peki o zaman “Çanakkale Savaşları” ne için yapıldı?
Bu soruyu, Bilinen Türk Tarihinin En Büyük Savaşı adlı yazıda da hem sormuş hem de şöyle cevaplamışım:
“Ne gariptir ki, “İtilaf Devletleri” denen düşman; zaferden tam 2 yıl 9 ay 22 gün sonra, “7 Kasım 1918 günü, bando mızıka eşliğinde Çanakkale’den geçerek” 465,5 yıldır düşman ayağı değmemiş Türk Başkenti İstanbul’u; 13 Kasım 1918’de fiilen işgal etmiş ve bu rezalet, 30 Ağustos zaferinden 1 yıl 1 ay 1 hafta sonrasına, 6 Ekim 1923 tarihine kadar sürmüştür.
Özetlersem: “Çanakkale Savaşları”nın başında öz vatanımızda işgal edilmiş tek yer yoktur. Sonundaysa birçok bölgemiz, İngiliz ve İtalyan katilleriyle “Soykırımcı Fransız”ların, ayrıca megalo idea dedikleri hastalıkla kafaları bulanmış megalomanyak Yunanlıların işgali altına girmiştir. İkiyüzlü ABD’yle birçok yeri işgal eden Rusları da unutmamak gerek.
Tarihe bakınca açıkça görünen o ki; “Çanakkale Savaşları” vatan kurtaran değil, başa gelecekleri yalnızca erteletebilen savaşlardır. Hem de verilen onca şehit, gösterilen onca kahramanlık ve kazanılan onca zafere rağmen…
Sorularımsa şunlar:
1- Osmanlı mademki teslim olacaktı neden Çanakkale Savaşları yapıldı?
2- Madem ki Çanakkale Savaşları yapıldı ve galibiyetle bitti, Osmanlı neden teslim oldu?
“Kurtuluş Savaşı’nı görmezden gelip sürekli olarak Çanakkale’yi yücelten Osmanlıcı kesimden, aklı başında cevabı olan biri varsa” o cevabı özlemle bekliyorum.
BİR SAMSUN HİKÂYESİ
Çocukken Samsun’da, “Amerikalılar bombaladıklarında…” ve “Sinop’a geldiklerinde…” ayrıca “Trabzon’u bombaladıklarında…” sözcükleriyle başlayan hikâyeler anlatırlardı. Samsun’dan ayrıldıktan sonra o anlatılanları bir daha hiçbir yerde duymadım. Ta ki, 80’li yıllarda Edirne’ye tayin olana kadar…
Bir gece, EPT adlı Yunan televizyonunda Samsun’u ve birtakım kruvazörleri atış yaparken gösteren siyah beyaz bir program yayınlandı. Yunan TV’lerini izleyip programlarını raporladığını bildiğim birisine
“o programı izleyip izlemediğini, izlediyse konunun sandığım şey olup olmadığını sordum.” Cevabı “Evet!”di.
O gün adamcağızın kafasını öyle şişirmişim ki, bir süre sonra bana el yazısıyla doldurulmuş bir sayfanın faksını getirdi. O faksta; birtakım tarihlerle, insan, gemi, deniz ve Türk şehirlerinin adları vardı. Muhakkak anlamışsınızdır. Çocukluğumda Samsun’da duyduğum hikâye doğrulanmıştı.
Bu yazıyı yazarken o kâğıdı arayıp buldum. Üzerindeki yazılar, faksta kullanılan mürekkep uçtuğu için okunamaz hâldeydi. Gemilerle ilgili olan aşağıdaki bilgilerse sorun yaşadığımı öğrenen dostlardan geldi. Birbirleriyle karşılaştırdıktan sonra, her listede yer alanları bir araya getirerek yazıya dahil ettim. Sınıf, komuta kademesi, bordo numarası, silah sayısı, hız gibi özellikler konumuz dışında kaldığından yalnızca isimlerini yazdım. Bu kadarı bile iç karartmaya yetti. Can dostumuz ABD’nin sevgisini göstermek için (!) yolladığı gemi sayısı 28’di.
Evet! Amerika’ya ait savaş gemileri USS McFarland, USS Sands ve USS Sturtevant; zırhlı Georgios Averof kruvazörünün önderliğindeki toplam 10 Yunan savaş gemisiyle 7 Haziran 1922, günü Ermeni ve Rum çetelerine destek olmak için Samsun ve Trabzon’u bombaladılar. Amaç, onların verdiği silahlarla masum halka zulmeden Ermeni ve Rum haydutlarından yana güç gösterisi yapmaktı. İşin garibi Samsun, 9 Mart 1919’dan o yana İngilizlerin işgal ve kontrolü altındaydı.
ABD HAKKINDA DUYMADIĞIMIZ DİĞER ÇİRKİN GERÇEKLER
Her midyenin içinden çıkan Amerikan Donanması, “Çanakkale Savaşları”nda da destek güç rolü oynamıştı. “Birinci Dünya Savaşı”nda Trabzon işgal edilirken “Rus Donanması”nın yanında yer alan, İzmir’in işgali sırasında USS Arizona dahil 4 gemiyle Yunan donanmasını koruyan da aynı Amerikalılardı.
Demokrat Parti döneminden itibaren Ermeni asıllı tarihçimiz Emin Oktay’ın ders kitaplarıyla yetişen nesiller, bu olaylardan hiçbirini duymadı, duyurulmadı.
Amerikalılar Osmanlıyla savaşmadan savaşıyor, limanlarımızı bombalamadan bombalıyor, işgal güçlerini korumadan koruyor, ülkemize 1 tümen asker göndermeden gönderiyorlardı. ABD sözcüleri, gazete muhabirlerinin bu konudaki sorularınıysa “Bizde böyle bilgi yok!” diye savuşturuyorlardı. Tanıdık gelmedi mi?
İŞGALE GELİP LİMAN BOMBALAYAN DOSTUMUZUN O GEMİLERİ
USS Alden, USS Arizona, USS Bainbridge,
USS Barry, USS Bridge, USS Du Pont, USS Dyer, USS Fox, USS Gilmer, USS Goff, USS Gregory, USS Hatfield, USS Hopkins, USS Humphreys, USS Kane, USS King, USS Luce, USS Manley, USS Martha Washington, USS McFarland, USS Noma, USS Overton, USS Roper, USS Sands, USS Scorpion, USS Sturtevant, USS Tattnall, USS Whipple…
Listede başka gemiler de vardı. Bu kadarı bile fazla…
Nasıl? Dostça buldunuz mu?
AMERİKA BE! Vİ LAV YU HEM DE VERİ VERİ MAÇ
Amerikalılar, bir yandan “savaşmam”cılık oynuyor diğer yandan da Osmanlı aydınlarını etkileyerek, kurtuluşun ABD mandalığında olduğu fikrini pompalıyorlardı. İttifak hâlinde olduğu devletlerin yarın bir oyuna kalkmayacakları ne malumdu. O nedenle zayıflasa da, İç Anadolu’da bir yerlere hapis de edilse Türklere ihtiyaç vardı. Birbirlerini ne kadar iyi tanımışlar değil mi!..
Bu konu için Osmanlı aydınları “Wilson İlkeleri Derneği”ni kurmuşlardı. Üyeleri kurtuluş için ABD mandasının kabulünü istiyorlardı. Bu dernek, 2 ay geçmeden işlevini yitirdi ama manda istekleri, ret edilene dek yaşadı ve “Sivas Kongresi”nde gündemden düştü.
KİM NE MALMIŞ GÖRELİM DE GÖZLERİMİZİ AÇALIM ARTIK
Gerçeğin yazılıp konuşulması, politik nedenlerle gizlenmemesi, çıkar için kitaplardan silinmemesi, iktidarların ideolojileri doğrultusunda çarpıtılmaması gerekir. Bu konuda, 1970 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Aleksandr İsayeviç Soljenitsin‘in beğendiğim bir sözü var: “Gerçeğin tek sözcüğü dahi dünyaya bedeldir.” Atam Atatürk’ün sözleriyse müthiş: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir mahiyet alır.“.
Bu yazı dizisini, yalanlarla bezenmiş tarihimizin biraz da gerçeklerle yüz yüze gelmesi ve ülkemizi yönetenlerle yönetmeye talip olanların tarihten ders alabilmesi için yazmaya başladım. Allah zihinlerini açarsa ülkemiz için yararı olur.
Ve yine, Yüce Allah’ım izin verirse konuya devam edeceğim. Bugün anlattıklarımı daha önce hiç duymamış olanlar, şaşırmış olabilirler. Başlangıçta “Böyle şey olmadı.” deseler bile yazının ilerleyen satırlarında gerçekleri görüp pes edecekler. Benzer bir konuyu 1980’li yıllarda bir davetteki sohbette anlattığımda da muhataplarım şaşırmıştı.
Evet Sevgili Okurlar! “Büyük dost ve müttefikimiz” ABD’nin, “Kurtuluş Savaşı döneminde” Türklere olan saygı ve muhabbetinin şekli de şemali de böyle. Bu saygı ve muhabbet Kurtuluş Savaşı sonrasında da devam etti. Bugün de aynı hızla sürüp gidiyor. Allah, aşklarından korusun.
.
Günay Tulun
*Anlaşmanın imzalanma gününü araştırırken o tarihi 16, 17, 19, 21 hatta 26 Nisan arasına oturtan birçok anlatıyla karşılaştım. Yabancılar 19 Nisan tarihini benimsemişler, farklılık daha çok bizimkilerde… Anlaşma gizlice yapıldı derler. Gerçekten de öyle… Tarihinde bile anlaşılamıyor. Pes!
**Tarihte bu anlaşmaların genelde antlaşma olarak yazıldığını, nitelikleri bakımından da buna uygun olduğunu biliyorum ama hemen hepsi uygulama sonuçları bakımından anlaşma sözcüğünü bile hak etmiyor. Bu nedenle anlaşma yazılmalı.
“Sayfayı çevirmek ya da dilediğiniz herhangi bir sayfaya geçiş yapmak için, bu yazının sol yanında yer alan; [ TÜM KİTAPLAR ] bölümündeki ilgili sayfayı tıklamanız yeterlidir.”