Etiketler

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

İstanbul’u konuşmaya devam ediyoruz.  

AlparslanYunan’ın hezeyanları ve açgözlülüğü, insanlık adına korkutur beni…

Şeytansı tutumları sayesinde bir gün Türk-Yunan savaşı çıkarsa ve buna başka devletler de katılırsa bölgemiz kan gölüne döner. Aynen Ermeniler gibi Türkiye’nin problemlerle sıkıştığı her dönemde, birtakım hilelerle adım adım ilerleme siyaseti uygulayan bu sinsi devlet, yine o Ermeniler gibi, dünya barışına en büyük engellerden biridir. Emperyalist zihniyetli siyasetçilerce desteklenerek, fanatizmin doruğuna tırmandırılmış aşırı milliyetçi Yunan gruplarının rahat durması hâlinde, bu ülkeyle huzurlu bir komşuluk yapma şansımız var. Var da bu tipleri fanatizmin doruğundan mantık çizgisine taşıma işi nasıl olacak? İşte orası 99 bilinmeyenli denklem gibi… Adamlar bıkmadan usanmadan değerlerimizi çalmanın peşindeler. Bunun için yanıp tutuşuyorlar. Kıbrıs, İzmir, Muğla, Aydın, Trabzon, İstanbul, Antalya, şiş kebap, yoğurt, rakı, baklava, Türk kahvesi diye başlayan; toplam hanesi ancak “Türklere ait her şeyi alınca” yani gözleri doyunca yazılacak adisyon şeridi gibi uzun bir listedir hırsızlığa konu olan! Bizde de az yardakçıları yok yani!

ALPARSLAN MALAZGİRT BİZANS ve YUNAN
Alparslan’dan iki yüzyıl önce, güney ve güneydoğudan girerek, Anadolu’ yu yurt edindiği bilinen ilk Türk Devleti Tulunoğulları; dokuzuncu yüzyıl sonlarında Akdeniz ve Ege’de cirit atarken, Ege Adalarını üs yaparken, Selanik’i işgal ederken, uydurulmuş bir devlet olan Bizans’ın mirasçısı olduğunu çığlık çığlığa haykıran Yunan neredeydi? Yoktular! Romalılarsa oradaydı ve Roma İmparatorluk ordusu olarak Tulunoğullarıyla savaşıp pes etmekteydiler.

Alparslan’a çok değer verir, kendisini sevip sayarım ama onun adını kullanarak oluşturulan; “Bizans İmparatorluğu’nu yenerek, Türklere Anadolu’nun kapısını açan Malazgirt Savaşı’dır!” savı, çarpık tarih yazmaktan öte gitmeyen bir çabadır. Şu kısacık söylem bile yanlışlarla dolu. Bir kere Bizans diye bir devlet hiç olmamıştır ki imparatorluğu olsun ve Malazgirt’te savaşsın. Üstelik Anadolu’nun kapıları Türklere Malazgirt’te açılmadı. Zaten açıktı. Türk milliyetçisi olduğunu iddia eden çok bilmişlere aldırmayın. Bırakın gerçeğini, taklit Türk milliyetçiliğini bile beceremeyen bu grupların söylediği çok şey gibi o sav da boş laftır. Alparslan geri dönüp gelebilseydi, hepsinin kulaklarını çekerdi.  

Öyle ki, yukarıdaki satırlarda “Anadolu’yu yurt edindiği bilinen ilk Türk Devleti” dediğim, atalarım “Tulunoğulları” da o kapıları açmış olamaz. Zaman içinde, gündemin elverdiği ölçüde, o konulara da gireriz. 

KIBRIS KİMİN
Peki, bugün “Kıbrıs benimdir!” diye avaz avaz bağıran Yunanlıların büyük  çoğunluğunun, oraya Türkler tarafından götürüldüğünü bilir misiniz? Dünya Savaşı’nın en karışık günlerinde Almanlardan ve ülkelerinde bir ara “günde 5.000 kişiye kadar tırmanan açlık nedeniyle oluşan ölüm”lerden* kaçan çok sayıda Yunanlı, Türkiye’ye sığındı. Bu insanların büyük, hatta yüz bin rakamıyla telaffuz edilen bir kısmıysa tamamen insani amaç güdülerek, büyük bir gizlilik içinde, İngilizlerin de bilgi, destek ve yardımıyla peyderpey Kıbrıs’a taşındı. Türkiye, Alman Nazilerin kol gezdiği bu bölgede, sırf can kurtarmak amacıyla bu riskli işe girişmişti. İngilizlerin niyetininse farklı olduğu, ileride amaçlarına hizmet verecek bir Kıbrıs oluşturmanın peşinde koştukları, onları iyi tanıyan Cumhuriyet hadroları tarafından bilinmekteydi.
Tedbirler de ona göre alınmıştı. 

Yunanlılar, Kıbrıs’a gittikten bir süre sonra, yapılan iyiliğe teşekkür niyetiyle (!) eski nüfus ve tapu kayıtlarının birçoğunu yok edip yeni kayıtlar düzenlediler. Maksat malum! Kökten Kıbrıslı olduklarını ispatlayıp, onun bunun malının üstüne oturmak. İngilizlerse her zamanki iğrenç tutumlarıyla olanları görmezden geldiler. Bu konu, sonraki yıllarda; plebisit denen ve Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi anlamındaki “Enosise evet!”le sonuçlanan halk oylamasında Yunan’a çok yarar sağladı. 1950 yılında, ilhak % 96 ile onaylandı. “Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı”yla Türkiye’nin gayretleri olmasa bu oldu bitti Kıbrıs’ı da bitirecekti.

Neden % 100 değil de % 96 sorusunun cevabıysa “olayları ancak haber başlıklarından takip eden dünya kamuoyu”na karşı “Bak Türkler ancak % 4” mesajını vermekti. Aslında dönemin gazetecileriyle birçok devletin yöneticileri durumu biliyordu ama bugünküler gibi sessiz kaldılar. Seçim yalnızca Rumlar arasındaydı. “Hayır oyu” veriş planlı bir uygulamaydı. Rahmetli babam, bu tür oyunları yapanlara “Çarıklı Erkânıharp”ler derdi. Dış politikada bir türlü beceremediğimiz ama bize karşı daima başarıyla uygulanan, iç politikadaysa AKP gibi aidiyeti açık olmayan grupların, sürekli olarak tezgâhlayıp durduğu, çirkin bir algı oldurma işidir bu…

Bugün Rum olarak adlandırılan Kıbrıslıların büyük kısmı o göçmenlerin torunlarından oluşuyor. Sonuç şu ki, diğer adalar gibi Kıbrıs’ı da yutmak üzereler. Eğer Rahmetli İsmet İnönü ve ardından da Rahmetli Ecevit ile Erbakan ikilisi yerine, bugünkü gibi millî olmayan bir hükûmetle şartsız destekçisi milliyetçi mukallidi sağ partiler olsaydı, Kıbrıs çoktan gitmişti. Çıkartma günü, Rahmetli Demirel ve Türkeş’in bembeyaz yüzlerini hiç unutamam. Siyah-beyaz televizyonlarda bile belirgindi.   

ADALARDA NELER OLUYOR
Yine de Kıbrıs ve bize ait adalar üzerinde türlü, çeşitli, gizli dolapların döndüğünü söylemem gerek. Dış basında, bizim hükûmetin Yunan’la anlaştığı yolunda birkaç yazı çıkmış. İnanırım, çünkü bir süredir içerdeki iş birlikçiler, “Kıbrıs yüktür!” feryadına yeniden başladılar. Bu kadarla kalsa iyi… Ege ve Akdeniz’deki yirmiye yakın adamızın Yunanistan’a devredildiği, sırada başka adaların da olduğu şeklinde haberler de çıkmış. Recep Bey ve partisi yapar eder, sonra da Atatürk yaptı, İnönü yaptı diye iftiranın en çirkinini atar. Alıştık artık. O adaları çakıl taşı sanmayın. İçlerinde, İstanbul’daki Büyükada’nın beş katı büyüklüğünde olanlar var. Bazılarını da bir adaymış gibi sayıyorlar ama onlar da adalar grubu. Yazılanlar doğruysa savunmamızı da ekonomik çıkarlarımızı da Yunan’ın insafına teslim etmiş oluruz ki, onun insafının da ne denli ölümcül olduğunu “Fesli Hain ve izindekiler” dışındaki herkes, yani “Türk olan herkes” bilir. Hatta ve hatta bırakın gemi yüzdürme ve balık tutmayı, 
denize ayak da sokturmazlar.

Konu genelde yabancı ekonomi gazeteleri ve ekonomi sayfalarında yer aldığından gözlerden kaçmış ya da bizim yandaş medya tarafından gözden kaçırılmış olabilir. İnşallah doğru değildir ve bu hâl uyutulan ve uyutulmaktan haz alan insanların bol olduğu ülkemize dert getirmez.

Birlikte araştıralım. Kolaylık olsun diye araştırma yapılacak tarihleri de vereyim. Bugünden yani 3 Ekim 2008’den geriye doğru gitmelisiniz. 18 Kasım 2002’ye dek inmek yeter. Alt tarafı beş yıl on buçuk ay! Bakalım, Türkiye’de dile getiren bir Allah kulu olmuş mu? Aradım, bulamadım.

KIBRIS II. ABDÜLHAMİD ve İNGİLTERE
Az önce, neden “İngilizlerin de bilgisi dahilinde” dediğimi de anlatayım. Kıbrıs o yıllarda İngiltere’nin toprağıydı. Çünkü Kıbrıs, vatan haini Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid tarafından 1878’de İngiltere’ye kiraya verilmiş, kiracı İngilizlerse herkesin bildiği ama ne yazık ki bazılarının dâhi diye lanse etmeye çalıştığı II. Abdülhamid’in haberi olmadığı (!)  gasp özellikleriyle 1914’te adanın üstüne oturarak alçaklıklarla bezeli tarihlerine yeni ve şanlı (!) alçaklıklar eklemişti. Lozan’daysa zaten fiilen İngiltere’ye ait olan adanın İngiltere toprağı olduğu bir kez daha tescil edilmişti. Yani II. Dünya Savaşı sırasında Kıbrıs’a taşınan Yunanlar, Türk değil, İngiliz topraklarına götürülmüştü.

Ben insani amaçlar olduğunu kabul etmekle beraber, İngilizlerin yukarıdaki satırlarda yazdığım farklı niyetlerini sezen ya da haber alan o günkü Türk Hükûmeti’nin bu konuda geleceğe yönelik bir plan yapmış olabileceğini de düşünüyorum. Gerektiği zaman safı oynayarak hedefe ulaşmak da siyasetin yollarından biridir. Bu teze inanmayan dönüp Kıbrıs’a baksın. Dün padişah eliyle İngiliz’e peşkeş çekilmiş, bizimle hiçbir bağlantısı kalmamış Kıbrıs’ın bir kısmında bugün bir “Türk Cumhuriyeti” var. 

Anlattıklarım arasında kalan bu bilgiler neden açıklanmaz ki? Oysa bunların açıklanması çok önemli. Neden mi? Yukarıdaki satırları okudunuz. Diyelim ki onların hepsi yalan temellere dayanan haberler. Peki ama yarın işbirlikçi bir hükûmetin iş başına gelip Akdeniz ve Ege’deki adalarımızı Yunan’a peşkeş çekmeyeceği ne malum. Açıklanırsa o işbirlikçilerin elleriyle kolları bağlanmış olur, cesaretleri kırılır.

EGE ve AKDENİZ ADALARI KİMİN
Sanmayın ki diğer dediğim o adalar da öz be öz Yunan malıydı. 
Sakın sakın sanmayın. Hiçbiri değildi. Osmanlı Kıbrıs’ı Venedik’ten, Venedik Memluklardan aldı. Kıbrıs; Roma ve Müslümanlar arasında el değiştirip dururken, Tapınak Şövalyeleri, Lusinyenler ve Yunan’ın Fenikeli dediği Kenanlar, Mısır, Hitit, Asur, Pers egemenliği altındayken neredeydi Yunanlar? Onlar da çok çok eski çağlarda bir ara adada boy gösteren topluluklardan biriydi, hepsi bu… 

Ege ve Akdeniz adalarının gerçek sahipleri; Fenike, Trak, Mısır, Leleg, Kar, Kartaca, Roma’dır desem ve devam edip yeniden; Tulunoğulları, Maltalılar, Cenevizliler, Venedikliler, Osmanlılar diye yalnız benim bildiklerimi saysam muazzam bir sayısal derinliğe sahip olduğunu görürüz. Bu sayıyı da ancak “Zamanın Ulvi Bekçileri” ve Allah bilir.

İSTANBUL NOT CONSTANTINOPLE  
Özellikle Türklere ait her şeyi sahiplenme hastalığına tutulmuş Yunanlıların, Roma’yı Bizans yapıp sonra da zimmetlerine geçirme çabasının boşuna olduğunu hatırlatmak isterim. Hayali Bizans’ın başkenti olan İstanbul üzerindeki planları da hiç bitmeyecekmiş gibi… Onlara en iyi cevabı bir zamanların çok ünlü bir şarkısıyla vermek isterim. “İstanbul not Constantinople”…

Küçük bir notum daha var.
Sultan Fatih Mehmed, Fatih saygısını göstermek için o günkü adını telaffuz ederek Konstantiniyye demiş ama bazılarının marifet yaptığını sanarak, bu yüzyılda hâlâ “Bizans, Konstantinopolis, Konstantinopl” demeye bayıldıkları İstanbul’un; Roma İmparatorluğu dönemindeki adı, “Nova Roma” yani “Yeni Roma“ydı. Kuruluşta kullanılan bu isim, bir süre sonra değiştirilse de halk katındaki kullanımı çok uzun yıllar boyu sürdü. Bugün bile İstanbul’u anlatırken, ondan; “Roma” ve “Yeni Roma” olarak söz edenler var.

Yerli tarih hırsızları, çalıp çırpmayı bıraksınlar artık. Komik oluyorlar. Oluyorlar da bu tarih talancıları, konuyu bilmeyen herkesi kandırarak, tarihin yalanlarla yazılmasına da aracılık ediyorlar ki, işte bu çok çirkin!
Oysa atam Atatürk, ta 1931 yılında, akıl taşıyan beyinlere ne de güzel seslenmiş: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir hâl alır.”

GREK YUNAN ve HELEN OLMAK
Yunan’a yani Greklere gelince…

Grek sözcüğünün Latince karşılığı; hilekâr, dolandırıcı, hırsız demektir. Fransızca Larousse’da da benzer anlam taşır. Yunanlılar, bu yüzden İkinci Dünya Savaşı sonrası kendileri için yeni bir ad bulmuşlar ve dünyanın kendilerini bu adla tanımasını istemişlerdir: Helen! İşin ilginç yanı bu sözcük de İncil’e göre puta tapan anlamı taşır. Zaten Yunan adı da İyonlardan gelmektedir. 

E, nerede kalmıştık (!)?

Greklik Yunan’ın genlerinde öyle yer etmiş ki hiçbir şey yapamasalar, başkalarına ait geçmişi çalıp kendilerine yamamaya çalışırlar. Her şeyi kendilerine mal etmeye pek teşnedirler. Önce yaygarayı basarlar; sıkışınca da hop, zavallı mağdur rolü…

Götürdüklerini sıralasak mı dersiniz?
Ege Adaları, Batı Trakya, Girit, Rodos, Kıbrıs’ın şimdilik üçte ikisi, şiş kebap, rakı, lokum, baklava Karagöz-Hacivat ve say say bitmeyecek bir dolu varlık. Tarihi çaldıkları gibi bunları da çalıp “Yunan Malı” yaptılar. 

Yenilerini de yapma gayretindeler.
İnsan sütü emmişler için, uzak durulması gereken yaratıktır bunlar.

SOYKIRIM TACİRLERİ
Hem keller hem fodul… 

“Trakya’da yaptıkları”nı, “Anadolu Soykırımı”nı unuttuk sanmasınlar. 
Durup dururken büyük bir iştahla geldiler; hamile, çocuk, sakat, yaşlı demeden insanları yok ettiler. Yenilip kaçtıktan yıllar sonra da Türkler bizi Batı Anadolu’da soykırıma uğrattı diye her yılın Eylül 14‘ünü, feryat figan “Soykırımı Anma Günü” olarak kullanmaya başladılar. Ermenilerce uygulanan taktiğin aynı… Zaten fikir babaları da “Osmanlı (Türk) Soykırımı”nı yapan Ermenilerin ta kendisi… 

“Soykırımı Anma Günü” hakkında şüpheye düşen varsa buyursun, birlikte inceleyelim. Yunanistan Cumhuriyeti’ne ait 21 Eylül 2001 tarihli resmî gazetenin birinci cilt 207. sayısını bulun. Oradaki, 304. cumhurbaşkanlığı kararnamesini ve “14 Eylül Anısı Etkinlikleri Organizasyonu” başlığıyla yayınlanmış 2645/1998 sayılı 14 Eylül’ün Küçükasya Elenleri’nin Türk Devleti Tarafından Soykırıma Uğratılmalarının Millî Anı Günü Olarak Belirlenmesi Hakkındaki Kanun“u okuyalım. O kanundaki şu ayrıntıyı da gözden kaçırmamalı: “Anma günü, mutlaka genel tatil günü olan pazara denk gelmeli. Gelmezse 14’ünden sonra gelecek ilk pazar gününe ertelenmeli.” 

Allahaşkına şu komediye bakın: Yüzen gezen anma günü… 
Aslında buna anma ya da anımsatma değil, resmen kutlama denir.

Bunun nedenine gelirsek: Amaç, tüm Yunan halkının, bu çarpıtılmış olayla Türklere karşı kinlenmesi, kıta ve adalar Yunanistan’ına gelen turistlerin de “Türkler, Yunan’ı da kesmiş!” düşüncesine itilerek, Türklere karşı kalıcı fikrî zehirlenmeye uğratılmaları… Ne iyi değil mi; her türlü katliamı yap, sonra başkasının üstüne yükle… Buradaki başkasının mazlum Türkler olduğunu bildiği hâlde bilmezden gelen, bilip de kafasını kuma gömen, görevi olduğu hâlde tavır koymayıp eylemden kaçan herkes; onların iş birlikçilerinden başka hiçbir tanımı hak etmez.
Türkiye’yi yöneten AKP Hükûmeti ve tüm milletvekilleriyse hâlâ derin uykuda. Yoksa halktan gizlenen bazı şeyler mi var? 

“Vah Pontus vah Pontus!” diye diye yeni bir kanun amaçladıklarını, yeni bir soykırım icadıyla uğraştıklarını da gözden kaçırmayalım.

Hem ahlaksız hem de iğrenç denecek kadar yüzsüz ve hainler. Senin zayıf düştüğünü gördükleri her an, tepene binmek için fırsat kollarlar. Apaçık ortada olan bu gerçeği not ettikten sonra, aklıma geldikçe beni kahreden bir konuya dokunacağım, mübadeleye…

MÜBADELENİN HÜZNÜ
Kaçan ve kendi istekleriyle gidenleri hariç tutarsak, mübadele yıllarında Yunanlı olmayan çok sayıda Rum, yani Anadolulu; onların Yunan kökenli olduğunu düşünen devletlerin uyguladığı baskılar sonucunda, anlaşma hükümlerine uymak zorunluluğu yüzünden Yunanistan’a gönderildi. Bu
konuda, tarihi çarpıtan, düzmece tarih yazan sahtekârların vebali büyük! Aynı olayda Türklükle hiç ilgisi olmayan ama Yunan’ın ülkesinden atmak istediği topluluklar da mübadele bahanesine sığınılarak Yunanistan’dan temizlendi.

Aslında kökeni ne olursa olsun hiç kimsenin yurdundan gönderilmesini hoş karşılamak mümkün değil. Yalnız şunun da açıkça bilinmesi gerek: Mübadele işi Yunanlılarla Batılıların, birlikte çomaklayıp ısrarla takip ettikleri alçakça bir konudur.

ANADOLU TANRILARI YUNAN’IN SANRILARI
Anadolu’nun birçok yerindeki kazılarda, Yunanlılara ait olduğu beyinlerimize nakşedilmiş tanrı ve tanrıça heykelleriyle karşılaşırız. Yapan Yunanlı bir heykeltıraş, model de bir Yunanlı olabilir. Böyle bir bulgu yok ama hadi oldu diyelim, buna kim itiraz edebilir. Massai veya Namibyalı biri de olabilirdi, ona da itiraz etmezdik. Sorun şu: O tanrı ve tanrıçaların kökeninin Yunanlılardan geldiğini nereden biliyoruz. Ya kökenleri bir başka kavme aitse… Bundan bin yıl sonra Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya gibi birçok ülkede Kur’an-ı Kerim bulan arkeologlar, “Buraların tamamı Müslüman Ülkesi”ymiş mi diyecek? Rusya’da İngilizce İncil bulanlar, “Burası İngiliz veya Amerikalıların”mış mı diyecek? Budizm ile hiç ilgisi olmayan Türkiye’de bir dolu insanın evinde Buda heykeli var. Çinliler pazarlarda rahatça satıyorlar. Bunlar kazılarda bulununca buranın asıl halkı Budistler mi denecek?

Tanrı Ares'le Tanrıça AfroditBen Yunan tanrı ve tanrıçalarının devşirme olduğu inancındayım. Bir gün onlar da ortaya çıkacak. Yine inanıyorum ki, yakınlarında tepe olan İstanbul derelerinden bir ya da birkaçında, belki de hepsinde Türk izleri görülecektir. Bu bana ait eski bir inanış. Nedenini bu yazı serisi içinde anlatacağım. İstanbul’un her yanı betonla doldurulduğu için bu gerçeğin gün yüzüne çıktığını göremeyeceğimi düşünüyordum ki Marmaray kazısı beni umutlandırdı. Bekleyelim, görelim. Eğer Yenikapı kazılarındaki gibi gizlice “Yıkıp geçin!” talimatı verilmemişse o izlere tanık olma ihtimalimiz yüksek. O talimat Yenikapı’da ayaklarına dolanmıştı. Veren kişi için “inşallah akıllanmıştır” diyeceğim ama…  

“Türklere ait her şey benimdir.” diyen Yunanlıların ve bizdeki “Bana ne!”cilerin karakter yapısı oldukça benzer. Biri almaya öteki vermeye meraklı. Delice bir ihtirasa sahip olmak ikisinin de ortak yanı… 

İstanbul’dan yola çıkıp, Yunan’ın nasıl bir ulus olduğunu anlatmak için Ege ve Akdeniz’de bunca yol gittikten sonra yeniden konunun özüne, İstanbul’a dönüyorum. Onları tanıtmaya kalkmak yazımı çok uzattı ama Yunan’ı tanımayanlar için olması gereken bir açıklamaydı bu…

İSTANBUL’U KİM KURMUŞ
İstanbul’u, milattan önce altı yüz altmış yedi yılında, Yunanlıların “atamızdır” diye savundukları Megara Kralı Byzas kurmuşmuş. İyi de yalnız Trakya’da bile bu arkadaşın kurduğu rivayet edilen bir dolu kent var. Hepsi de onun adıyla anılmış. 

Ne süper iş ama. Adamlar, hem canlarını kurtarmak için düşmanlarından kaçıyorlarmış hem de kovalayıcılarının önünden şıpıdık şıpıdık kaçarken, hiç görmedikleri yerlerde bile kentler kurmuşlar. Bir de kâhinleri varmış. Delfi kâhini… O Byzas’a demiş ki “Kenti, Körler Ülkesi’nin karşısına kur!”. Acaba Byzas “Başüstüne amirim!” demiş midir?

Bu anlatım karşısında bizim “II. Teyyo Pelvan” bile şapka çıkarır. Muhteşem ki ne muhteşem! Hangi birinden başlasam? Bir kere Delfi kâhini değil Delfi kâhinleri olması gerek. Çünkü Delfi kâhinleri kehanetleri tek başlarına bildirmezler. Sorular Apollon’a yönlendirilir. Apollon da kendisine sorulan soruların yanıtını; kuşların, yağmur damlalarının, uğuldayan rüzgârın sesleri ya da ot ve yaprak hışırtıları gibi birtakım ilginç aracılarla gönderirmiş. Kehanetse biri kadın diğeri erkek olan iki Delfi kâhini tarafından insanlara iletilirmiş. Yani kâhin değil, kâhinler olmalı…

Üstelik kâhinin kur demesi kehanet değil; olsa olsa bir talimat, bir emir olur. Bu  yüzden o sözlerin emir şeklinde değil de kehanet içeren tavırla şöyle olması gerekirdi: “Kenti, Körler Ülkesi’nin karşısına kuracaksın.”. 

KADIKÖY’ÜN KÖRLERİ
Şimdi, işin Kadıköy tarafına da uzanalım ama Kadıköy’le ilgili satırları okumadan önce, şunu da düşünelim.
“İçinde yaşadıkları güzellikleri göremedikleri için ‘Körler Ülkesi’ halkı olarak çağırılmaya mahkûm edilen Kadıköy’ün o günkü yerlileri mi aptalmış yoksa kâhin mi? Yoksa bu efsaneyi başlatan masalcının kendisi mi?” 
Siz olsanız; o manzaranın içinde oturup o güzelliklerle iç içe yaşamayı mı yoksa manzarası güzel bir yerin karşısında oturup da o manzarayı yalnızca seyredebilmeyi mi seçerdiniz? Değerlendirin artık…

Marmaray Kazıları 1

Çok sayıdaki dereleriyle bir tatlı su cenneti olan Kadıköy’ün yerli halkı, Kurbağalıdere’nin bulunduğu bölgeden başlayarak, en güzel ve en akılcı yerlere kurmuş kentini. O zamanlar Marmara, Kalamış Koyu’ndan başlayarak Kurbağalıdere’yle muhteşem bir haliç yapar ve Papazın Çayırı’nı altına alarak bugün Kuşdili dediğimiz yerle Hasanpaşa içlerine kadar girermiş. Üstelik, doğal liman olarak kullanılabilecek birçok koya da sahipmiş. Sonradan buralara dört liman inşa edilmiş. Dönemi anlatan haritalarda yalnızca Fransızlar tarafından basılanlarını bulabildim. O haritada yazılı limanları dilimize çevirirsek, şöyle isimlendirmek gerekiyor; “Modern Liman, Eski Liman, Avrupa Limanı, Hieria Limanı”…

Yunan efsanesi doğru bir temele otursa yani Kadıköylüler akıl ve zevk körü olsalardı bulup seçebilirler miydi oraları? Hadi o görmedi, bu görmedi, şu görmedi, Kadıköy’ün kurucusu olduğu söylenen Fenikeliler görmedi, son sahiplerinden olan ve kentlerini daima en güzel yerlerde kuran Bitinler de mi görmeden gelip yerleşti? Saçma!

Kurucularının, Mühürdar ve Moda tarafında ayrı güzellikler varsa bunu görmedikleri ne malum? Birkaç metre yürüyüp Altıyol’dan aşağı inemez ya da Moda’dan geçemezler, geçseler bile karşı yakayı göremezler miymiş?

Onca yıl Kadıköy’de oturur da bugünkü adları Haydarpaşa, Harem, Salacak, Üsküdar olan kıyılardan teknelere atlayıp Sarayburnu’na gidemezler miymiş? Oraya gittiklerinde de dönüp Kadıköy’e bakamazlar mıymış? Tekneden geçtim, insan meraktan yüzüp geçer be! 

Aman efendim bunları becermek, kent kurmak ne demek (!)..
Kenti ancak uygar dünyanın efendisi Yunanlılar kurar. Başkaları kent ment kuramaz. Bu nedenle İstanbul’a olduğu gibi, kâhinin “Körler Ülkesi”nin karşısı dediği yere şehir kurma işini de aynı Megaralılar yapmışmış. Tekrarlamakta fayda var. Nereye?
Var olan ve Yunan’ın Fenikeli adını taktığı Kenanların verdiği isimle “Kalkedon, Kalkhedon ya da Khalkedon” diye bildiğimiz kentin, yani bugünkü Kadıköy’ün karşısına…

Yunanlıların, Kalkedon adını da yürüttüğü ortaya çıktı mı? Çıktı!..
Tıpkı Trak olma ihtimalinden söz edilen Byzas’ı kesinkes Yunanlı yaptıkları gibi… Tıpkı rakı, şiş kebap, baklava ve diğerleri gibi…
Ne de olsa Grekler, öyle değil mi?.. 

DORLAR
Yazarken, bir türlü araya sokacak bölüm bulamadım. O yüzden ayrı olarak buraya ekliyorum. Kaçıp İstanbul’a gelen Megaralılar arasında Dorların da olduğunu yazanlar var. Bu notu buraya eklerken onların yalancısı veya doğrucusu olduğumu hatırlayın. Fazla araştıramadığım için, işin günahının da sevabının da onlara ait olduğunu unutmayın!  

1989’DAN GELEN AÇIKLAMA
Bugün için son birkaç söz…
Geçenlerde 1989 yılında yazdığım bir yazı geçti elime. Oradaki iki paragrafta aynen şunları yazmışım:
...”İmparatorlarla devleti yönetenlerin de içinde bulunduğu tüm asker, memur ve senato üyelerinin uygulamaları; tamamen, “Roma’nın Roma Dönemi”ndeki uygulamalar. İstanbul’u kurduğu iddia edilen ve diğer adaşlarından ayrılmak için Büyük Konstantin de denen I. Konstantin’
den, yani tam adıyla Gaivs Flavivs Valerivs Avrelivs Constantinvs’
tan; Fatih’in ordularına yenilen son Roma İmparatoru XI. Konstantin’e, yani tam adıyla Konstantin Paleologos’a kadar tüm imparatorlar, hayatları boyunca Bizans adıyla anılan bir devlet duymadılar. Onlar duymadığı gibi çağdaşı olan devletler de duymadı. Eğer duysalardı, yani Bizans diye bir devlet olsaydı, iç yazışmalarla ve diğer devletlerle yapılan yazışmaların tümünde “Imperivm Byzans” adı geçerdi. Oysa her şey “Imperivm Romanvm” üstüne gelişmiş. Imperivm Romanvm’un halkından söz edilirken de daima “Romalı, Roma Yurttaşı” anlamına gelen “Romaio” sözcüğü kullanılmış. Nazar boncuğu niyetine olsa da bir tane bile Bizans ya da Bizanslı söylem ve yazısı yok! Bulan olursa mutlulukla özür dilerim.”…

…”Kuruluşun öyküsüne gelirsek… İstanbul Konstantin’den çok önce de vardı. O kurmadı. Var olanı, eskinin tabiriyle abat etti. İşte o nedenle kendisinden söz ederken, ‘İstanbul’u kurduğu iddia edilen’ dedim.”…

İstanbul’un kuruluş efsanesine ileride devam edeceğim. 
Çünkü iş, bu kâhinli söylentiyle bitmiyor. 

 

Günay Tulun
Yazarlar ve Ozanlar Grubu
İlk Yayın Tarihi: 23.10.2001
Eklerle Genişletilmiş Yayının Tarihi: 2.10.2008 

 

 

– Harita:İstanbul ve Anadolu üzerindeki tarihe aykırı Yunan safsatalarının bir kez daha komik duruma düşmesine neden olan İstanbul Marmaray güzergâhı.

* Türkiye o dönemde Yunanistan’a büyük yardım yapmış Yunan halkı Kurtuluş adlı şilebimizin taşıdığı gıda maddeleriyle ayakta kalabilmiş, “Kurtuluş” adı hayatlarının kurtuluşunun simgesi hâline gelmiştir. Kurtuluş gemimiz, bu nankör millete götürdüğü acil gıda yardımlarından birinde şiddetli fırtına nedeniyle yüküyle birlikte, Marmara Denizi’ndeki Marmara Adası açıklarında batmıştır. Hâlâ orada yatıyor. Gerekli izinleri alabilenler, geminin su altı korsanlarından kurtulan parçalarını, gidip görebilirler.
.
.
.

  “Sayfayı çevirmek ya da dilediğiniz herhangi bir sayfaya geçiş yapmak için, bu yazının sol yanında yer alan; [ TÜM KİTAPLAR ] bölümündeki ilgili sayfayı tıklamanız yeterlidir.